Öncelikle kendime not “Yazı yazma işini bir disipline
oturtmam lazım” …
Maalesef yazmaya başladığım ilk günden beri belli bir konu
ya da fikre odaklanarak değil, anlık beynimdekilerin kağıda dökülmesi ile
oluşuyor hikayelerim. Evet ağırlıklı kadın & erkek ilişkileri ve seks olsa da konularım farklı şeyler de
takılabiliyor aklıma. Mesela bu yazının başlangıcı mistik bir görselliğe sahip
güzel bir kızla yazışırken başladı. Kendisi ile bir dönem sevgili olmuşluğumuz
ve benim her zamanki gibi bunu bok etmişliğim mevcut merak eden varsa :)
Neyse konumuza dönelim, konuşmanın bir yerinde aslında
yaşadığımız bu dünyanın biz insanların cehennemi olduğu gibi bilgece ama
içeriği tamamen benim hissiyatımdan oluşan bir söz sarfettim. Başa dönersek
hiçbir zaman din inancı olmayan bir insan oldum. Din denen olgunun her zaman
dönemin siyasetinin oluşturduğu ve insanları yönetmek için bilinmezin verdiği
korku ile iyiye ve güzelliğe yöneltmek amaçlı ortaya çıkmış bir şey olduğuna inandım.
Ama maalesef iyi niyetli olarak yaratılan bu olguların, ilerleyen dönemlerde
insanlığın en büyük kabusuna dönüşmüş olması da aslında birazdan betimleyeceğim
“Cehennem” tasvirime beni götüren şey oldu.
Dinler konusunda bu kadar katı olsam da bir Yaradan olduğuna
inanan bir insanım. Bildiğimiz kadarı ile evrenin kusursuz işleyişi, insan
vücudunun süreli kusursuzluğu, doğa gibi şeyleri görünce bir sanatçıya saygı
duymak istiyor insan.
Sizler buna Allah, Tanrı, Sanatçı, Yaradan, Evrenin Ulu
Mimarı gibi farklı isimler koyabilirsiniz. Ama iyisi ile kötüsü ile ortaya
çıkmış bir düzen var ve bildiğimiz bu düzen içerisinde hayvanlardan bizi ayıran
en önemli özelliğimiz, beynimizi kullanma biçimimiz. Beynimiz sayesinde
oluşturduğumuz egolarımız, vicdanımız ve yaratma becerimiz sayesinde dünya
üzerinde kendimizi her daim diğer canlılardan üstün görmeyi büyük bir övünçle
anlattık kendimize. Halbuki bir düşünün bize göre çok daha kısa bir ömür süren
insan harici başka bir canlının yaşadığı süreç içerisinde hayattaki önceliği
sadece güdüleridir. Nedir bu güdüler hayatta kalmak, yemek, içmek, sevişmek,
üremek gibi temel şeyler. Ve sonrasında ölürler, başladığı gibi sessiz sedasız
biter gider.
Oysa biz insanlar öldükten sonra bile anılmak isteriz ya
koca koca mezar taşlarımız vardır, ya yakılmış bedenimize ait küllerimiz
şöminenin üzerini süsler. Dünya üzerinde doğduğu gün öleceğini bilen bir
varlıktır insan, oysa hep bunun aksine hareket eder. Daha iyi bir araba,
son model telefon, en iyi yemek, en güzel kadınla
sevişmek … Liste uzar, aslında sadece güdüleriyle yaşamak varken, bize
bahşedilmiş bu bilinç aslında kendi cehennemimizi adım adım inşa etmemizi sağlar.
Ölümden sonra ne olduğunu bilmeden bütün hayatımızı ona göre
inşa ederiz, bunu yaparken de kendimize yalanlar söyleyerek kandırırız
benliğimizi. Oysaki en başa dönmemiz doğanın bize atacağı bir kazığa bağlıdır.
Yanardağların aktif hale gelmesi, tsunami, deprem gibi bir anda oluşabilecek
doğa hareketlerinin bütün güncel sistemi
dakikalar içerisinde başa döndürecek güce sahip olduğunu hep unutuyoruz. Bu tarz distopya tarzı korku filmleri aslında
bu çöküşün ne kadar hızlı olabileceğini bize zaman zaman göstermektedir. Ama insanoğlu
işine gelmeyen şeyleri unutma ve baskılama konusunda her zaman çok başarılı
olmuştur.
İşte bu yüzden diyorum ki aslında çok övündüğümüz beynimiz
ve olayları sorgulayarak daha iyi arama ve hep daha iyisini istemek bizi kendi
cehennemimize hapsetmekten başka bir şey sağlamıyor.
Bu yüzden hepinize kendi cehenneminizde mutluluklar ….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.