6 Kasım 2014 Perşembe

SESSİZLİK



1 … 2 … 3 … Tıp …

Hayatı sessize almak keşke çocuklukta ki bu tekerlemede ki kadar kolay olsa ya da her erkeğin hayali olan kumanda çıksa ve istemediklerimizin yüzüne bakıp mute tuşuna basabilsek.




Hayal kurmak güzel ama adı üstünde “hayal”. Telefonunuzu kapatıp arabaya atlayıp Belgrad ormanları içinde kimsenin olmadığı bir noktaya da gitseniz insan beyni maalesef sessize alınamıyor. Benim gibi takıntılı ve çözüm odaklı bir insansanız elinizin kolunuzun bağlı olduğu bu durumlar sabah aynaya baktığınız da saçınızda yeni kırlaşmış bölgeler olarak yansıyor siluetinize. 

Kısa süreli kaçış isterseniz bulmak kolay … En basiti alkol , en zevklisi seks , en çocukçası playstation. Ama uzun vade de çözümsüzlük bir yerden sonra kısa vadeli çözümleri de anlamsız kılmaya başlıyor. Ve kısır döngü sarmalına girdiğiniz an sonun başlangıcı oluyor … 

Evet… evet… Ben de biliyorum psikiyatrist ve psikologlar bunun için var … Xanax , lustral, prozac sanal seratoninler ile gülümseyen bir zombie ye dönüştürebilirsiniz kendinizi. Ama bilinçaltınızda yatan sorunları çözmedikten sonra kulak pamuğu ile kulağınızı temizlediğinize inanıp, kirleri daha da dibe itmeye ve bir süre sonra tamamen tıkanana kadar insanın kendini kandırmasına benzer bir durum bu. Er ya da geç o kulak yıkatılmak zorunda kalınacaktır ...

Polyanna’cılık oynayalım, sorunları takmayalım her şeye pozitif bakalım tavrı genler de yok. (Not: Gerçekten bazen o vurdumduymaz gamsız insanlardan olmayı çok istediğim ve hayatım boyunca olamayacağım doğrudur. Net bilgi …)  Peki çözüm ne o zaman ???

Belki yaş kemale erdi olgunlaştık denen olgu tam da bu durumun açıklaması. İnsan olarak kaşarlanıyoruz günden güne, boktan şeyler daha doğal gelmeye başlıyor. Yaşı 80 nin üstündeki insanlara bakın, kendi yaşlarında birisinin ölümüne en fazla  1 gün üzülüp hayatlarına kaldıkları yerden devam edebiliyorlar. Biliyorlar ki doğal döngü içerisinde hepimizin sonu aynı, sadece gidiş yolu farklı. 

O zaman ne yapmalıyız evet olan bitenin farkında olup elimizden geldiği kadar çözüm odaklı yaşamaya devam edelim. Çözemeyeceğimiz konularda ise kendimizi yıpratmak yerine ruhumuza iyi gelecek şeyler yapalım. Motora binelim, gezelim, spor yapalım, daha çok sevişelim, sevdiklerimize daha fazla vakit ayıralım, hayatı tüketmek yerine ondan keyif almaya bakalım. Hatta kendimize bir “To Do List” hazırlayıp yapmak istediğimiz ama hep ertelediklerimizi elimizden geldiği kadar yapmaya çalışalım. 

Hiçbir şeye faydası olmasa da en azından ölürken insanın gözünün önünden geçtiği iddia edilen film şeridinin bu sayede daha keyifli olacağının garantisini verebilirim. Hadi bu kıyağımı da unutmayın ;)

18 Haziran 2014 Çarşamba

ZATEN BEZMİŞİM CANIMDAN

Saat gecenin ikisiydi ve telefonum çalıyordu. Cumartesi gecesi “Saturday Night Fever” kafasından erken çıkmış ve evin yolunu tutmuştum. Vücuduma yaptırdığım dövme de yazdığı gibi "zaten bezmişim canımdan" derken bu telefonda neyin nesiydi. Zor bela gözlerimi açtım ve telefonu elime aldığımda çok uzun zamandır ilgimi çeken bir hatunun isminin telefonda olduğunu gördüm. Telefonu açtığımda karşımda çakır keyif bir ses tonuyla kendisine gelip gelmeyeceğimi soruyordu. Yanlız uyumak istememişti anladığım kadarıyla ve son çare beni aramıştı. Son çare !!!!!!!!!!

Gerçekten de durumumun özeti buydu sanırım zamanında bardan boş çıkmamak için kalan en leş hatunu alıp sabah gitmesi için dua eden ben şimdi o hatun yerine konmuş durumdaydım, hem de telefonda ... Yine de bir erkek olarak kalkıp üzerime bir kot çekip hatunun verdiği adrese varmam 15 dakikamı almıştı. İçeri girmem ve kendimizi yatakta bulmamız ise 3 dakika içerisinde gerçekleşmişti. İlk boşalma süremi ne siz sorun ne ben söyleyeyim ama allahtan tek seferde durmak gibi bir huyum yok :)

Sabah uyandığımda en azından gecenin hatrına güzel bir sabah seksinin iyi olucağına karar verip hatuna bir hamle yaptığımda uyuduğunu belirten bir vücut dili ile adeta siktiri çekmişti bana. Evet sabahın köründe evden bir şekilde sepetlediğim hatunların laneti sonunda beni bulmuştu. Üzerimi giyip çıktığımda çok fena geceden kalma sabah ereksiyonu yaşayan bir evsizden farksızdım. Bildiğin kullanılmıştım. Yıllarca hatunlara yaşattıım duyguyu bu sefer kendim yaşıyordum. Kirli bir selpak gibi kenara atılmıştım sabahın köründe. Eve giderken tekele uğrayıp sabah cilası olarak bir bira aldım kendime. Kapıyı açıp kotu bir kenara atıp birayı açtım. Gerçekten kullanılmış hissediyordum kendimi.  Vicdan muhasebesinin anlamsız olduğuna karar verip bacağıma yeni yaptırdığım dövmeme baktım “Zaten bezmişim canımdan...” Hapishane dövmesine benzemesi için dövmecime sol eliyle yaptırdığım dövmeme. 



Hayatımda son dönemde sol elle yazılmış gibiydi gerçekten. Bir kere boka batmaya başladı mı sonu gelmiyordu tatsızlıkların. Ama yine de bir karizmam kaldı diye düşünürken telefon rehberinde son çare gecenin ikisinde aranan adam olmayı yediremiyordum kendime. Sabah cilasının verdiği enerjiyle mutfağa gidip bir jack koydum kendime. Telefonumu elime alıp göz gezdirmeye başladım. Farkettim ki sabahın köründe yolladığım o hatunların bırak telefon numarasını ismini bile hatırlamıyordum. Gülümsedim elimde ki kadehi havaya doğru kaldırıp; “Bu bardak bugüne kadar yattığım bütün kadınlara gelsin bedenimi kullanan ve kendini kullandıran" diye iç geçirdim çaresizce.

Koltukta sızmışım. Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Kendimi duşa atıp yemek siparişinden sonra bara doğru yola çıktım. Shot lar shot ları şişeler şişeleri takip ederken gecenin sonu gelmişti ve bu sefer yanlız uyumak istemeyen bendim. Etrafı kesip en kolay gözüken hedefe yaklaşıp bana gelmeye ikna etmem uzun sürmedi vs vs ...


Aslında daha uzun uzun anlatmak mümkün ama tek bir gerçek varsa konunun bir sonu olmadığı. Nasıl ki yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkarın net bir cevabı yoksa kullanan – kullanılan ilişkisinde kazanandan ziyade sabah uyandığında gece kimin daha çok zevk aldığı işin özü sanırım. 

2 Şubat 2014 Pazar

SİNESTEZİ

Sanırım hala aklım yerinde değil. O yüzden başladığım cümleleri aynı kafaya girmeden sizlerle paylaşıp paylaşamayacağımdan emin değilim şu an. Oysa herşey çok monotondu hayatımda, daha bir hafta öncesine kadar. Şu an ise, gerçeklik ve algı arasındaki uçurum açılmış durumda tamamıyla. Bir an karşımda bakkal Hüseyin Amca varken, bir saniye sonra onu mor bir orangutana dönüşmüş olarak görebiliyorum. Nefes almak istiyorum; derinnnnnnn bir nefes ve sonra normale dönmek. Ya da en basit tabirle, insanların normalliğine geri dönebilmek.

Aklımın elverdiği ölçüde özetlemeye başlıyorum. Öğretmen olarak tayinimin gerçekleştiği 1965 yılında, yani bundan bir sene önce Ağrı’nın Aşağıküpkıran köyüne çıktığında, hayatı boyunca İstanbul dışında bir yer görmemiş bir öğretmen adayıydım. İdeallerim uğruna gönül verdiğim bu meslek için her zaman herşeye göğüs gerebileceğimi düşünsem de, ilk tayin yerimin 400 nüfuslu bir köy olması karşısında hissettiklerimi anlayabilmeniz çok zor. 45 saatlik bir tren yolculuğu sonrasında Ağrı'ya ordan da köy muhtarı ile beraber zorlu bir yolculuk sonrası köye ulaşmıştım. Yanımda kıyafetlerimin olduğu bir valiz ve kitaplarım haricinde hiçbir şey yoktu. Köyün içinde bulunan ve benden önceki öğretmenin de kalmış olduğu misafirhane şimdi bana tahsis edilmişti. Muhtar Halil Amca bütün babacanlığı ile “Hoşgeldin köyümüze Öğretmen Bey, bir eksiğin olursa haber eyle” demiş ve eşinin kendi elleri ile pişirdiği çorbayı, odanın ortasında yanmakta olan sobanın üstüne bırakıp beni yanlız bırakmıştı. Evet hayatımın bundan sonraki üç senesinin geçeceği yerdi bu oda. O an tek derdimin soğuk ve imkansızlıklar olduğunu düşünürken, şu an yaşadıklarım aklımın ucundan bile geçemezdi. 

Ertesi gün okulların açılacağı ilk gün olmasının verdiği heyecanla erkenden kalkmış, banyodaki kovanın içinde duran maşrapa ile elimi yüzümü yıkamış, traşımı olmuş ve aşağı inmiştim. Sınıf, 1. Sınıftan 5. Sınıfa kadar bütün öğrencilerin eğitim aldığı ortak bir alandı. Köhne bir kara tahta, kırık bir tebeşir ve ben. Yaşadığım yanlızlık hissini derhal üstümden atmaya çalıştım. Bütün eğitimimi Türkiye’nin neresi olursa olsun, bu çocukları eğitmek ve Atatürk’ün bize kazandırdığı bu topraklara yaraşır insanlar yetiştirmek için almıştım ben. Saat dokuz olduğunda, sınıfta toplam 20 çocuk vardı. 19 erkek ve 1 kız çocuğu. Bir kısmı çekingen dururken, diğerleri de beni incelemeye başlamıştı. 1. Ayın sonunda farketmiştim ki, çocuklar hangi yaşta olursa olsun daha okuma yazmayı bile beceremiyordu. En baştan, burdan başlamam gerekmişti. Bir şekilde alışmıştık birbirimize. Tek bir kişi hariç... Sınıfta bulunan tek kız öğrenci olan Ayşe.

Sınıfa her sabah ağabeyi Ömer ile gelip en arkada hiç konuşmadan oturuyor ve günün bitiminde yine ağabeyi ile gidiyordu. İsmini bile ondan öğrenebilmiştim. Ömer sekiz yaşında bir delikanlı olarak “Ağam, Ayşe benim gardaşım olur. Peh fazla gonuşmaz” demiş ve devam etmişti tayınını yemeye. 3. Ayın sonunda çocuklar yavaş yavaş harfleri sökmeye başlamıştı, Ayşe hariç. Yanından geçerken defterine harflerin yerine şekiller çizdiğini görmüştüm. Bunların ne olduğunu sorduğumda suratıma bakmıştı, tek kelime etmeden o kocaman gözleri ile birşeyler anlatmıştı kendi içinde ama ben anlamamıştım. Oysa şu an... “Mor orangutan ağaçtan inerken gökkuşağından aşağı kayıyordu sessizce...”

Sekizinci ayın sonunda dayanamadım ve muhtara Ayşe'nin hikayesi nedir diye sordum. Çünkü köyde yaşayan kız çocuklarından okula gelen bir tek o vardı ve o da konuşmuyordu. Muhtar önce arkasına yaslandı sonra derin bir “ahhhhhhhh” çekti. Önünde duran Birinci sigarasından bir dal kendi ağzına götürüp bir dal da bana uzattı. “Öğretmen Bey köylük yerde muhtarlık zor iştir, herkesin derdi vardır ve çözmek bize düşer. Ayşe soğuk bir kış günü köyün ebesi tarafından doğurtulmuş. Doğduğunda nefes almadığı için ebe karın içine yatırıp şok tedavisi ile kendisine getirmiş bebeği. Doğduktan bir dakika sonra nefes aldığı rivayet edilir. O günden sonra da iki yaşına kadar hiç konuşmamış. Önce köyün nefesi kuvvetli hocasına götümüşler, okumuş üflemiş ve bir muska yazmış. Muska da nafile gelmiş. Ta ki dört yaşına girdiği güne kadar. O güne kadar konuşmayan kız bir anda kendine sorulan sorulara cevaplar vermeye başlamış. Ama ne kelimeler, ne de cümleler bir bütünlük oluşturmaktan uzakmış. Annesine kırmızı öküz babasına mor fare der olmuş. Aile ne yapsa kar etmemiş. Kızımız üç harflilere kurban gitti deyip, Ağrı’da bir hocaefendi ye götürmüşler. Hocaefendinin üç gün okuduğu dualar ve sonrasında, kızlarının üç harflilerden arındığına inanıp tekrar köye getirmişler. O günden beri de hiç konuşmamış.” Benim büyükşehirden geldiğim duyulunca da bir ümit okula göndermeye başlamışlar abisiyle. Gece yatağa yatıp, gözlerimi kapattığımda Ayşe geldi gözümün önüne. O kocaman gözleri ne çok şey anlatmak isteyip anlatamıyor gibiydi. Sonraki aylarda hep iletişim kurmaya çalışsam da o önüne çizdiği şekiller haricinde tepki vermiyordu hayata. Ta ki bir gün İstanbul’dan gelirken kolinin dibine koyduğum ve unuttuğum pastel boyaları sınıfta unutana kadar. Döndüğümde Ayşe bütün boyaları kullanarak inanılmaz bir resim çizmişti önündeki kağıda. Hiçbir gerçekliğe sığmayacak kadar güzel ve büyüleyici bir renk cümbüşü. Ve altına şu yazılmıştı “Mor orangutan ağaçtan inerken gökkuşağından aşağı kayıyordu sessizce”.




Hiç konuşmayan 6 yaşında bir kızın böyle bir cümle yazması imkansız gibi gelse de, o resmi yapabileceğine inandığım başka kimse de yoktu sınıfta. Ertesi gün öğlen yanına gidip pastel boyaları kendisine hediye ettiğimde, ondan mutlusu yoktu dünya üzerinde. Bakışlarıyla bana bunu anlatmayı başarmıştı. Gözlerinin içi gülüyordu bana baktığında; sanki notalar ve renkler uçuşuyordu yüzümde. Tam arkamı döndüğümde ürkek bir "teşekkürler" duydum arkamdan. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim. Döndüğümde gülümsüyordu, boyamakta olduğu belli belirsiz resmin içine gömülmüş. Sonraki aylarda ufak ufak iletişime geçmeye başlamıştı benimle. Gökkuşağı Öğretmendim onun için. Farketmiştim ki, o aslında bütün konuşulanları ve dünyayı renkler ve melodiler gibi algılıyordu. Bu yüzden de bizim normalliğimiz ile onun normalliği arasında çok büyük bir uçurum vardı. Kelimeler gökkuşağındaki renklerdi onun için, ben de bütün bu harf ve kelimelerin bütünü olduğum için “Gökkuşağı Öğretmen”dim ona göre. Ailesini çağırıp bunu konuşmaya karar verdim en sonunda. Sadece aklıma takılan tek bir cümle vardı. Çözemediğim resmin altına yazmış olduğu “Mor orangutan aşağı inerken gökkuşağından aşağı kayıyordu sessizce...” cümlesi. Ne zaman bu cümlenin anlamını sorsam deliriyordu adeta. Bağırmaya ve ağlamaya başlıyordu delirmişcesine. Küçük bir kız çocuğunu bu kadar korkutan ne olabilirdi ki? Yoksa ailesinin dediği gibi, üç harfliler mi musallat olmuştu Ayşe’ye?

Saçmalamaktan vazgeç dedim kendi kendime. Cin yerine üç harfliler dediğime göre köy halkından birisi olmaya başlamıştım yavaş yavaş. Kendime gelmem lazımdı, bu dogmalarla savaşmak için eğitilen ben, onların esiri olmaya başlamıştım. Ertesi gün son bir kez daha iletişime geçmeye karar verdim Ayşe'yle. Onu korkutmadan bu cümlenin sırrını anlamak istiyordum. Öğlen yanına gittiğimde bir paket yeni pastel boya vardı elimde. Kendisine hediye ettiğimde yine gülmüştü gözlerinin içi. Bir önce çizmiş olduğu resmi çıkarttım cebimden. Gözlerindeki gülümseme korkuya bırakmıştı kendini. Yazıyı elimle kapatıp sadece resmi gösterdim. Ne olduğunu sordum. Konuşmadan önündeki kağıda aynı cümleyi yazdı “Mor orangutan ağaçtan inerken gökkuşağından aşağı kayıyordu sessizce”. Elimi korkmaması için saçına uzattığımda, daha da endişelendiğini gördüm ve gözlerimden, dudaklarından istem dışı "hayır, hayır mor orangutan" çıktı belli belirsiz. Öne doğru bir adım attığında, vücudunu kapatmıştı elleriyle ve gözlerinden bir damla gözyaşı akarken "gökkuşağım solmasın" aktı dudaklarından...

O an dank etti beynime ve insanlığımdan tiksindim. Ne üç harfliler, ne de cinlerdi o masum kızı konuşmaktan çekinir hale sokan. İnsanoğlundan başka birşey değildi bu çirkinliği yapan. 4 yaşında bir kızı taciz edebilecek kadar aşağlık bir insanoğluydu. Başımdan aşağı kaynar sular dökülse de elimden birşey gelmedi. Hala kendime kızsam da, bu sırrı zorunlu hizmetimin bitmesi ile beraber tayin olduğum Eskişehir’e kendimle beraber götürdüm. Elimden gelen sadece Ayşe'nin ailesine algılarının farklı olduğunu, hayatı bizlerden farklı gördüğünü, sabırla onunla ilgilenirlerse kalbini onlara açacağını gösterebilmek oldu.

Şu an 78 yaşındayım. Doğduğum şehir İstanbul’da ölmeden önce belki de bir itiraf olarak sizlere bu satırları yazıyorum. Çok sonra öğrendim ki, bu hastalığın bir ismi varmış: “Sinestezi”. İnsanlar kelimeleri ve objeleri bambaşka bir formda, renkte ya da nota olarak algılayıp yansıtabilirlermiş karşısındakilere. Ama nasıl anlatılırsa anlatılsın, hala günümüzde bile gazetelerin ilk sayfalarında “Bebek Gelin” haberlerini okumak ne kadar acıysa, geçmişin kirli sayfalarından anlatmış olduğum bu hikaye de bir o kadar kalbimi dağlıyor.

Gökkuşağı Öğretmen

11 Ocak 2014 Cumartesi

KADINIM

“Eşyalar toplanmış seninle birlikte 
Anılar saçılmış odaya her yere. 
Sevdiğim o koku yok artık bu evde 
Sen... 

Kıyıda köşede gülüşün kaybolmuş 
Ne olur terketme yalnızlık çok acı 
Bu renksiz dünyayı sevmiştik birlikte 
Sen... 
Kadınım, kadınım, kadınım."


Ne kadar hüzünlü ve içten bir aşk acısını anlatır Tanju Okan, “Kadınım” parçasında. Zordur insanın sevdiğinden vazgeçmesi. Ölüm acısından sonra, insanı en fazla yıpratan acı olduğu söylenir aşk acısı için. Ama nankördür insanoğlu, yeni bir aşka yelken açtığı an, unutur eski sevdiceğini ve anında siler, önce beyninden sonra kalbinden...

Oysa ki "Kadınım" dediğin bir insanı unutmak zordur. İnsan kaç sevgilisine "Kadınım" diye hitap edebilir ki? 

Sanırım bu yüzden, yıllardır bu parça hep önemli bir sembol olarak kalmıştır nostalji köşesinde. Dinlerken her kelimenin, her cümlenin ruhunu hissedersiniz. Acısına bir duble rakı ile eşlik etmek istersiniz Tanju Okan’ın. Ama korkarsınız o şarkının sözlerinde kendi geçmişiniz ile yüzleşmekten, kendi kadınınızı özlemekten. O bir duble rakı bir anda yetmişlik rakıya dönüşür. Boğulursunuz aynadaki yansımanızda. Kah üzülür, kah rakının etkisi ile anlamanı kimsenin asla çözemeyeceği ufak kahkahalar atarsınız duvarlara bakıp. Olan olmuş, giden gitmiştir... Sadece yüzleşmek gerekir ara sıra; hayatla, geçmişle, hatalarla, doğrularla, kendi doğrularınızla, başkalarının doğrularıyla... Oysa ne doğru vardır, ne de yanlış. Sadece yaşanmışlıklar ve anılar. Bugs Bunny çizgi filmlerinin sonundaki klasik beyanat gibi, “Thats All Folks."

Ama ezoterik anlamda da olsa; insanın tekrar doğması gerekir yeni bir hayata, eski yaşanmışlıkları geride bırakabilmek için. O zaman belki yeninden başka bir kadına “Kadınım” diyebilme şansı olur insanın. Yoksa sevgililer , “fuck buddy” ler, tek gecelik ilişkiler yaşamak kolaydır. Ne can acıtır, ne de sorumluluk gerektirir. Yaşanır, geçer gider. Karnınız acıktığında bir şey yemekten farksızdır. Tek fark, bu yaşananlar zamanla içinizdeki o çocuksu saf ruhu yer. Maalesef hayat size bir şeyler veriyorsa, mutlaka daha fazlasını alır her zaman. Geçmişe dönüp bir bakarsınız ki, anlık eğlencelerin insanı olmuş koca bir bebeksinizdir. Ne sorumluluk alır, ne de ilişki yükü kaldırırsınız. ‘Schekerler’, ciciler, canımlar eşliğinde geçip gider hayat. Skor tabelanızdan övgüyle bahsedersiniz bolca. Keyifle attığınız çentikler aslında ruhunuzu da perçinlemiştir ama haberiniz yoktur. Yine de hayat sürer, öyle ya da böyle. Arada sıkıntıdan eski sevgilileriniz ne yapmış diye profillerine girer bakarsınız, sonrasında da kiminle yatsam bu gece diye düşünürsünüz. Basite indirgenmiş, taşlaşmış bir kalp ile sürer gider hayat. Ve maalesef  “Kadınım” kelimesi artık sadece nostalji gecelerinde plaktan çaldığınız bir Tanju Okan klasiğinden başka bir şey değildir. 




Kadehimi bu güzel duygularını kaybetmeden yaşayan ve dile getiren büyük usta Tanju Okan’a kaldırıyorum bu akşam. İçelim a dostlar içelim ...

“Bana bıraktığın bütün bu hayatın 
Yaşanan aşkların değeri yok artık 
Ben sensiz olamam artık anlıyorum 
Sen... 

Şimdi çok yalnızım 
Ne olur kal benimle 
O kapıyı kapat elini ver bana 
Dışarıda yalnız üşüyorsun 
Sen... 
Kadınım, kadınım, kadınım.”