Aklımın elverdiği ölçüde özetlemeye başlıyorum. Öğretmen olarak tayinimin gerçekleştiği 1965 yılında, yani bundan bir sene önce Ağrı’nın Aşağıküpkıran köyüne çıktığında, hayatı boyunca İstanbul dışında bir yer görmemiş bir öğretmen adayıydım. İdeallerim uğruna gönül verdiğim bu meslek için her zaman herşeye göğüs gerebileceğimi düşünsem de, ilk tayin yerimin 400 nüfuslu bir köy olması karşısında hissettiklerimi anlayabilmeniz çok zor. 45 saatlik bir tren yolculuğu sonrasında Ağrı'ya ordan da köy muhtarı ile beraber zorlu bir yolculuk sonrası köye ulaşmıştım. Yanımda kıyafetlerimin olduğu bir valiz ve kitaplarım haricinde hiçbir şey yoktu. Köyün içinde bulunan ve benden önceki öğretmenin de kalmış olduğu misafirhane şimdi bana tahsis edilmişti. Muhtar Halil Amca bütün babacanlığı ile “Hoşgeldin köyümüze Öğretmen Bey, bir eksiğin olursa haber eyle” demiş ve eşinin kendi elleri ile pişirdiği çorbayı, odanın ortasında yanmakta olan sobanın üstüne bırakıp beni yanlız bırakmıştı. Evet hayatımın bundan sonraki üç senesinin geçeceği yerdi bu oda. O an tek derdimin soğuk ve imkansızlıklar olduğunu düşünürken, şu an yaşadıklarım aklımın ucundan bile geçemezdi.
Ertesi gün okulların açılacağı ilk gün olmasının verdiği heyecanla erkenden kalkmış, banyodaki kovanın içinde duran maşrapa ile elimi yüzümü yıkamış, traşımı olmuş ve aşağı inmiştim. Sınıf, 1. Sınıftan 5. Sınıfa kadar bütün öğrencilerin eğitim aldığı ortak bir alandı. Köhne bir kara tahta, kırık bir tebeşir ve ben. Yaşadığım yanlızlık hissini derhal üstümden atmaya çalıştım. Bütün eğitimimi Türkiye’nin neresi olursa olsun, bu çocukları eğitmek ve Atatürk’ün bize kazandırdığı bu topraklara yaraşır insanlar yetiştirmek için almıştım ben. Saat dokuz olduğunda, sınıfta toplam 20 çocuk vardı. 19 erkek ve 1 kız çocuğu. Bir kısmı çekingen dururken, diğerleri de beni incelemeye başlamıştı. 1. Ayın sonunda farketmiştim ki, çocuklar hangi yaşta olursa olsun daha okuma yazmayı bile beceremiyordu. En baştan, burdan başlamam gerekmişti. Bir şekilde alışmıştık birbirimize. Tek bir kişi hariç... Sınıfta bulunan tek kız öğrenci olan Ayşe.
Sınıfa her sabah ağabeyi Ömer ile gelip en arkada hiç konuşmadan oturuyor ve günün bitiminde yine ağabeyi ile gidiyordu. İsmini bile ondan öğrenebilmiştim. Ömer sekiz yaşında bir delikanlı olarak “Ağam, Ayşe benim gardaşım olur. Peh fazla gonuşmaz” demiş ve devam etmişti tayınını yemeye. 3. Ayın sonunda çocuklar yavaş yavaş harfleri sökmeye başlamıştı, Ayşe hariç. Yanından geçerken defterine harflerin yerine şekiller çizdiğini görmüştüm. Bunların ne olduğunu sorduğumda suratıma bakmıştı, tek kelime etmeden o kocaman gözleri ile birşeyler anlatmıştı kendi içinde ama ben anlamamıştım. Oysa şu an... “Mor orangutan ağaçtan inerken gökkuşağından aşağı kayıyordu sessizce...”
Sekizinci ayın sonunda dayanamadım ve muhtara Ayşe'nin hikayesi nedir diye sordum. Çünkü köyde yaşayan kız çocuklarından okula gelen bir tek o vardı ve o da konuşmuyordu. Muhtar önce arkasına yaslandı sonra derin bir “ahhhhhhhh” çekti. Önünde duran Birinci sigarasından bir dal kendi ağzına götürüp bir dal da bana uzattı. “Öğretmen Bey köylük yerde muhtarlık zor iştir, herkesin derdi vardır ve çözmek bize düşer. Ayşe soğuk bir kış günü köyün ebesi tarafından doğurtulmuş. Doğduğunda nefes almadığı için ebe karın içine yatırıp şok tedavisi ile kendisine getirmiş bebeği. Doğduktan bir dakika sonra nefes aldığı rivayet edilir. O günden sonra da iki yaşına kadar hiç konuşmamış. Önce köyün nefesi kuvvetli hocasına götümüşler, okumuş üflemiş ve bir muska yazmış. Muska da nafile gelmiş. Ta ki dört yaşına girdiği güne kadar. O güne kadar konuşmayan kız bir anda kendine sorulan sorulara cevaplar vermeye başlamış. Ama ne kelimeler, ne de cümleler bir bütünlük oluşturmaktan uzakmış. Annesine kırmızı öküz babasına mor fare der olmuş. Aile ne yapsa kar etmemiş. Kızımız üç harflilere kurban gitti deyip, Ağrı’da bir hocaefendi ye götürmüşler. Hocaefendinin üç gün okuduğu dualar ve sonrasında, kızlarının üç harflilerden arındığına inanıp tekrar köye getirmişler. O günden beri de hiç konuşmamış.” Benim büyükşehirden geldiğim duyulunca da bir ümit okula göndermeye başlamışlar abisiyle. Gece yatağa yatıp, gözlerimi kapattığımda Ayşe geldi gözümün önüne. O kocaman gözleri ne çok şey anlatmak isteyip anlatamıyor gibiydi. Sonraki aylarda hep iletişim kurmaya çalışsam da o önüne çizdiği şekiller haricinde tepki vermiyordu hayata. Ta ki bir gün İstanbul’dan gelirken kolinin dibine koyduğum ve unuttuğum pastel boyaları sınıfta unutana kadar. Döndüğümde Ayşe bütün boyaları kullanarak inanılmaz bir resim çizmişti önündeki kağıda. Hiçbir gerçekliğe sığmayacak kadar güzel ve büyüleyici bir renk cümbüşü. Ve altına şu yazılmıştı “Mor orangutan ağaçtan inerken gökkuşağından aşağı kayıyordu sessizce”.
Hiç konuşmayan 6 yaşında bir kızın böyle bir cümle yazması imkansız gibi gelse de, o resmi yapabileceğine inandığım başka kimse de yoktu sınıfta. Ertesi gün öğlen yanına gidip pastel boyaları kendisine hediye ettiğimde, ondan mutlusu yoktu dünya üzerinde. Bakışlarıyla bana bunu anlatmayı başarmıştı. Gözlerinin içi gülüyordu bana baktığında; sanki notalar ve renkler uçuşuyordu yüzümde. Tam arkamı döndüğümde ürkek bir "teşekkürler" duydum arkamdan. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim. Döndüğümde gülümsüyordu, boyamakta olduğu belli belirsiz resmin içine gömülmüş. Sonraki aylarda ufak ufak iletişime geçmeye başlamıştı benimle. Gökkuşağı Öğretmendim onun için. Farketmiştim ki, o aslında bütün konuşulanları ve dünyayı renkler ve melodiler gibi algılıyordu. Bu yüzden de bizim normalliğimiz ile onun normalliği arasında çok büyük bir uçurum vardı. Kelimeler gökkuşağındaki renklerdi onun için, ben de bütün bu harf ve kelimelerin bütünü olduğum için “Gökkuşağı Öğretmen”dim ona göre. Ailesini çağırıp bunu konuşmaya karar verdim en sonunda. Sadece aklıma takılan tek bir cümle vardı. Çözemediğim resmin altına yazmış olduğu “Mor orangutan aşağı inerken gökkuşağından aşağı kayıyordu sessizce...” cümlesi. Ne zaman bu cümlenin anlamını sorsam deliriyordu adeta. Bağırmaya ve ağlamaya başlıyordu delirmişcesine. Küçük bir kız çocuğunu bu kadar korkutan ne olabilirdi ki? Yoksa ailesinin dediği gibi, üç harfliler mi musallat olmuştu Ayşe’ye?
Saçmalamaktan vazgeç dedim kendi kendime. Cin yerine üç harfliler dediğime göre köy halkından birisi olmaya başlamıştım yavaş yavaş. Kendime gelmem lazımdı, bu dogmalarla savaşmak için eğitilen ben, onların esiri olmaya başlamıştım. Ertesi gün son bir kez daha iletişime geçmeye karar verdim Ayşe'yle. Onu korkutmadan bu cümlenin sırrını anlamak istiyordum. Öğlen yanına gittiğimde bir paket yeni pastel boya vardı elimde. Kendisine hediye ettiğimde yine gülmüştü gözlerinin içi. Bir önce çizmiş olduğu resmi çıkarttım cebimden. Gözlerindeki gülümseme korkuya bırakmıştı kendini. Yazıyı elimle kapatıp sadece resmi gösterdim. Ne olduğunu sordum. Konuşmadan önündeki kağıda aynı cümleyi yazdı “Mor orangutan ağaçtan inerken gökkuşağından aşağı kayıyordu sessizce”. Elimi korkmaması için saçına uzattığımda, daha da endişelendiğini gördüm ve gözlerimden, dudaklarından istem dışı "hayır, hayır mor orangutan" çıktı belli belirsiz. Öne doğru bir adım attığında, vücudunu kapatmıştı elleriyle ve gözlerinden bir damla gözyaşı akarken "gökkuşağım solmasın" aktı dudaklarından...
O an dank etti beynime ve insanlığımdan tiksindim. Ne üç harfliler, ne de cinlerdi o masum kızı konuşmaktan çekinir hale sokan. İnsanoğlundan başka birşey değildi bu çirkinliği yapan. 4 yaşında bir kızı taciz edebilecek kadar aşağlık bir insanoğluydu. Başımdan aşağı kaynar sular dökülse de elimden birşey gelmedi. Hala kendime kızsam da, bu sırrı zorunlu hizmetimin bitmesi ile beraber tayin olduğum Eskişehir’e kendimle beraber götürdüm. Elimden gelen sadece Ayşe'nin ailesine algılarının farklı olduğunu, hayatı bizlerden farklı gördüğünü, sabırla onunla ilgilenirlerse kalbini onlara açacağını gösterebilmek oldu.
Şu an 78 yaşındayım. Doğduğum şehir İstanbul’da ölmeden önce belki de bir itiraf olarak sizlere bu satırları yazıyorum. Çok sonra öğrendim ki, bu hastalığın bir ismi varmış: “Sinestezi”. İnsanlar kelimeleri ve objeleri bambaşka bir formda, renkte ya da nota olarak algılayıp yansıtabilirlermiş karşısındakilere. Ama nasıl anlatılırsa anlatılsın, hala günümüzde bile gazetelerin ilk sayfalarında “Bebek Gelin” haberlerini okumak ne kadar acıysa, geçmişin kirli sayfalarından anlatmış olduğum bu hikaye de bir o kadar kalbimi dağlıyor.
Gökkuşağı Öğretmen